
06 Oca XOXO EYLÜL 2012
FATOŞ YALIN
Modanın Yazılmamış Tarihi
Röportaj:Sıla Güven-Eylül 2012
Fotoğraf:Bige Yalın
Bu röportajı kimin yapacağını tartışmaya fırsat vermeden, büyük bir heyecanla atılıyorum hemen, “Ben yaparım!” Mazeretim hazır, “Beni çok sever…” Bu mesleğe gönül vermişlerdenseniz, bu kadının sizi seviyor olması böbürlenilecek şey. Türkiye’deki kadın/moda dergiciliğinin en önemli isimlerden biridir Fatoş Yalın. Birçoğumuzun kraliçe ilan ettiği, tanısanız sizin de efsane olarak nitelendireceğiniz müthiş bir karakterdir o. Marie Claire’in 24 yıllık yayın yönetmeniyle, sektörün dibini, olurunu, olmazını ve elbette modayı konuştuk.
Birçok derginin Türkiye’de yayınlanacağı konuşuluyor. Bir yandan dergiler kapanırken ve devamlı olarak bir satış kaygısı yaşanırken, bunlar biraz garip hamleler değil mi?
Garip tabii, ama biz Türkler ‘sahip olmayı’ çok seven bir toplumuz ve hiç sorgulamıyoruz da sonucunu, nedenini. Sadece isteyebiliyoruz, hele bir de maddi imkanlarımız varsa… Dergicilik sadece para kazanmak için yapılacak bir iş değildir. Türkiye’de ‘kiosk’ yani dergileri sergileyerek, kapaklarının görünebileceği satış noktaları yok. Bu aynı mankene giydirmeden ve askıya asmadan, raflardan kıyafet satmaya çalışmak kadar imkansız. Sanki sadece peynir almaya gidenler dergi almayı akıl ederlermiş gibi, bir tek büyük marketler ve bir iki kitapçıda muntazam sergileniyorlar.
Butiğiniz FEY’i açtığınızda stil meraklıları çok sevindi, çünkü İstanbul’un en iyi giyinen, en zarif görünen kadınlarından birinin stiline ulaşabileceklerdi artık. Fakat bir kısım da şöyle düşündü: Dedikodusu dönen Marie Claire’in kapatılması doğru muydu? Fatoş Yalın mağazayı bu yüzden mi açmıştı? Bunu açıklığa kavuşturabilir miyiz?
İlk çalıştığım Vizon’u da sayarsak 30 yıldır dergicilik yapıyorum ve birikimlerimi bu defa değişik bir yoldan paylaşmak istedim galiba. Dükkan açma hayallerim birkaç sene öncesinden başlıyor. Aslında dükkan demek de yanlış, vitrini olmayan ama insanların kolayca ulaşabilecekleri -hem de şık bir semtte- sadece sevdiğim kıyafetleri, aksesuarları, objeleri satacağım bir yer arayışındaydım. Bu işin Marie Claire ile birlikte, birbirinden ilham alarak ve birbirini besleyerek ilerleyebileceğini düşünüyordum. Marie Claire dergisinin kapanması diye bir şey olamazdı zaten, senelerdir birçok kriz atlatmış, birçok yeni dergiyi karşılamış, Türkiye’nin ilk lisanslı dergisi bahsettiğimiz. Sadece bulunduğu medya grubunun değişeceği birkaç aydır belliydi artık. FEY’i kurduktan sonra bu işlerin düşündüğüm kadar kolay olmadığını gördüm. İkisine birden vakit ayırmam imkansız görünüyordu ve bu yüzden Marie Claire’e yeni gittiği grupta devam etmeme kararı aldım. Bundan sonra tamamıyla FEY’e konsantre olacağım. Söylediklerine baksana, asla seni ve senin gibi düşünenleri mahcup etmek istemem!
Türkiye’deki ilk gerçek moda çekimleri sizin yaptıklarınız. Onlar hala birer efsane olarak anlatılır. Bir film karesi tasarlar gibi çalıştığınızı biliyorum.
Evet ilk önce Vizon dergisi ile çalışırken birkaç çekim yapmıştım ama Marie Claire’de yaptıklarımla aynı değiller. 1989-1999 yıllarında moda editörlüğü yaptım. İngiliz Elle ve Vogue dergilerinin bile 27 senelik olduğunu düşünecek olursak, dünyada kadın ve moda dergiciliği yeni başlıyordu ve ben de kendime İtalyan Marie Claire’inin editörlerini ve Grace Coddington’u örnek alıyordum. Yokluk seneleriydi; fotoğrafçı, manken, makyajcı bulmak başlı başına bir problemdi. Kıyafet desen aynı problem… Türk markaları ile dayanışma halindeydik. Çekimlere özel kıyafetler bile dikiyorlardı. Yabancı markaların hiçbiri yoktu. Mondi diye bir marka vardı mesela, eminim hiç duymamışsındır! Sonradan bir de Ralph Lauren geldi… Bütün bunların yanı sıra rahat bir çalışma ortamım ve özgürlüğüm vardı. Bu, insanın o kadar ufkunu açan bir şey ki anlatamam! Çünkü hayallerin hiç ummadığın kadar büyüyebiliyor. O yıllarda, her türlü imkansızlıkla bile Mısır, Amerika, Fransa ve İtalya gibi dünyanın birçok yerinde çekimler yapmaya başladım. Bir keresinde iki fotoğrafçıyla birlikte New York’a gidip, 12 gün kalıp, 7 tane moda çekimi yapıp döndüm ve toplam 3.000 dolar harcamıştım bir mucize gibi. Şimdi böyle bir şey yapmanın neredeyse imkanı yok. Moda editörlüğü yaparak geçirdiğim senelerin en zevkli tarafı ise, kendi dünyanı yaratabilme özgürlüğüydü, daha doğrusu ben öyle yaptım. Garip gelebilir ama modayı sevmem ben! Fakat onu zaman zaman bir araç olarak kullanıp ‘hoş atmosferler’ yaratmaya bayılırım! Şimdi bana gelip, “Moda editörü olmak istiyorum çünkü modayı çok seviyorum,” dedikleri zaman ne söyleyeceğimi şaşırıyorum, dilim döndüğünce anlatmaya çalışıyorum ama başarılı olduğumdan pek emin değilim.
Geçen gün bir arkadaşım trendlerin neye göre değiştiğini sordu, ben de son derece sıkıcı bir yanıt verdim ve ‘dünya ekonomisi’ dedim. Siz ne düşünüyorsunuz?
Trendleri değil de modayı kesinlikle dünya ekonomisi yönlendiriyor. Moda dünyasını yönlendiren, ciroları yüksek birkaç büyük dergi, Amerikan Vogue’u ve İngiliz ELLE’i gibi. Bu dergiler, reklam veren büyük markaları sonuna kadar destekliyorlar, istedikleri küçük tasarımcıların ellerinden tutup onları birer yıldız yapıyorlar. İşte böyle bir sektör var ortada. Aynı filmlerde gördüğümüz gibi, herkes birbirini ağırlıyor ve iyi davranıyor. Sonuçta hepsi birbirine muhtaç. Moda sektörü, büyük ve ciddi bir sektör.
Bu bahsettiğiniz ‘el ele ve hep birlikte ilerleme’ meselesi gerçekten de doğru mu? Daha doğrusu Türkiye’de böyle mi? Gerçekten editörler meslektaşlarını, arkalarından gelenleri ya da tasarımcıları destekliyorlar mı? Ya da bu desteği verebilecek kadar alt yapıları sağlam mı?
Az önce söylediklerimde, elbette Türkiye’yi ayrı tutarak konuştum. Dünyadaki iki üç tane dergi bu bahsettiklerim. Bizim haddimize düşmüyor böyle bir şey. Türkiye’de tekstil sektörü var, hem de oldukça başarılı, ama moda sektörü diye bir şey yok bana göre.
Neden böyle peki?
Yurtdışındaki tasarımcılar daha küçüklüklerinden itibaren entelektüel açıdan bambaşka, gelişmiş ve buna önem veren toplumlarda büyüyorlar. Kitap okuyarak (enternasyonal lisanlarda), müze gezerek, film, opera, tiyatro seyrederek büyüyorlar. Türkiye’de ise -sebebi ekonomik şartlar ya da ailelerin kafa yapıları olabilir- çocuklar baskı altında büyüyorlar. Özellikle son 5-10 sene öncesine kadar bu durum daha netti. Bu sebeple şu anda 25-30 yaşlarında yetişmiş ve altyapıları sağlam tasarımcılarımızın olması çok zor. Dolayısıyla da Türkiye’de yapılan moda haftalarını çok lüzumsuz buluyorum. Onların yerine ‘hazır giyim fuarı’ düzenlense herkesin çok daha fazla işine yarar diye düşünüyorum. Şov yapacak malzememiz yok aslında ama fuar yapacak malzeme var. Tasarım defilesi ne demek? O yılın modasına yön verecek olan tasarımların sergilenmesi demek. Burada ne öyle tasarımlar, ne de öyle bir moda ahalisi var. Paris’te, New York’ta defilelerde ön sıralardaki dergi editörleri ve satın almacılar, podyum arkasında bekleyen tasarımcıların dizlerini titretir korkudan…
Hakan Yıldırım’la ilgili ne düşünüyorsunuz?
Onun için çok seviniyorum çünkü iyi bir ekibi var. Demek istediğim çok iyi ellerde. Hoş bir rüzgar yakaladı ve bunu kullanmaya devam ederse uçar gider gibi geliyor. Bu işler biraz da şans işi, şahane birçok tasarımcı keşfedilmeyi bekliyor. Jason Wu, durup dururken çok başarılı olmadı. Kendi kendine bulunduğu yere çıkmadı. Evet çok başarılı, ama Anna Wintour onun elinden tutmasa, hala ismini duymamış olabilirdik.
Şimdi bir genç tasarımcı ahalisi hakim Türk moda çevresinde….
Bence hayattaki en tehlikeli şey, gereğinden fazla özgüvene sahip olmaktır. Ben oldum dediğinizde, olmuyorsunuz maalesef. Hiç kimse olmadı ve ölene kadar da olmayacak. Genç tasarımcılar arasında beğendiklerim var. Fakat bilhassa moda fotoğrafçılarında, tasarımcılarda ve moda editörlerinde çok sık karşılaştığım bir durum da var; önce bir korkuyla yaklaşıyorlar, sonra birkaç ay geçmeden her şeyi bitirdiklerini sanıyor ve ahkam kesmeye başlıyorlar. Gerçekten inanıyorlar olduklarına ve o an bitmeye başlıyorlar aslında. Sona doğru yaklaştıklarını fark etmiyorlar.
Belki de bu, bir kutunun içinde yaşamaktan ve sınırlarını, aslında farkında olmadan belirlemiş olmaktan kaynaklanıyor olabilir mi?
Evet öyle. Çünkü o kadar iddialı olduğun zaman kendini geliştirmen mümkün değil ve tabii ki bir sürü eleştiriye de açmış oluyorsun kendini.
Cesur da olmak gerekiyor belki…
Elbette cesaret gerekli ama sakin sakin ilerlemeli.
Türkiye’de dergicilik şimdi ne durumda sizce?
Dünyadaki dergilerle karşılaştırıyorsak şayet, hakkettiği yere gelmedi. Büyük medya gruplarına bağlı olan dergiler -bir iki tanesi hariç- üvey evlat muamelesi görüyorlar, ihmal ediliyorlar. Aslında bence, bu büyük grupların içinde dergileri rahat bırakan özerk sistemler olsa daha az kaybolup daha çok büyüyebilirler, buna bağlı olarak kar oranları da artar .
Yani bir derginin başarısı pazarlamasının iyi olmasıyla ölçülüyor diyebilir miyiz? Aynı şekilde dergi içeriğinin de kuvvetli olması gerekmiyor mu?
Elbette gerekiyor ama maddi durumu kötü olunca içerikle ilgilenmek bir lüks oluyor. Ses getirecek işler yapmak çok zorlaşıyor. Yenilikler yapmak gerekiyor ama imkanlar kısıtlı. Bütçe yok, o yok, bu yok! Buradan çekim için Çeşme’ye bile gitmek mesele olduğu için, herkesin hevesi kırılıyor. İçinde bulunduğumuz şu dönemde, artık dergicilik sektörü dijital alana kaymaya başladı. Fakat hala dergilerin web siteleri çok kötü görünüyor. İş dergilere geldiği zaman nedense bir vizyonsuzluk var. Sonuç olarak; küçülerek büyümek diye bir şey olmaz. Ve maalesef dergilerden beklenen de bu. Ama tabii bu işin geneli, yoksa her grubu ayrı ayrı konuşmak gerekir.
Carine Roitfeld’le ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bana neden onu sorduğunu bilmiyorum, Fransız diye mi? (Fatoş Yalın, Fransız ekolünden.) Beni etkileyen birisi değil, ticari bir kafası var ve kendi çıkarlarını da kollamayı biliyor takip ettiğim kadarıyla.
Siz hangi dergileri takip ediyorsunuz?
Ben bir dergi aşığıyım; elime aldığımda ilk yaptığım şey sayfalarını koklamak, o yüzden de -mecbur kalmadıkça- iPad’den değil, birçok yabancı basılı dergiyi takip ediyorum. Sadece kadın ve moda değil, dekorasyon, seyahat, yemek… Amerikan Vanity Fair’i çok severim. Seneler önceki ilk favorim ise, Fransız ekolünden olduğum için Marie Claire idi. Türkiye’de çıktığı ilk günü hatırlıyorum; ne heyecanlanmıştım elime aldığımda! Orada çalışmaya başlamamdan 3 ay önceydi bu söylediğim. İtalyan Marie Claire’in moda çekimlerinin de bende ayrı yeri vardır.
Neden bu kadar çok genç, moda editörü ve moda fotoğrafçısı olmak istiyor peki?
Çünkü işin gerçeğini bilmiyorlar. Onlar pembe bir dünya zannediyorlar dergileri. Elbette nankörlük etmeyelim, bir bankada memur olmak gibi değil yaptığımız şey. Renkli işler bunlar ama hiç akla gelmeyecek zorlukları var. Biraz önce söylediğim gibi kendi dünyanı yaratıp içinde yaşayabiliyorsan zevkli ama artık işin ticari tarafını da düşünmek gerekiyor, böyle olunca da yavaş yavaş romantizmini kaybediyor. Hep aynı şeyleri tekrar ediyorum ama, başarılı bir moda editörünün moda bilgisinden önce çarpıcı, kışkırtıcı anti-konformist hayalleri olmalı. Bunları sayfalara dökmek için çalışmalı, aksi takdirde o sezon piyasadaki koleksiyonların katalog çekimleri gibi hikayeler çıkar ortaya….
“Ben modayı sevmiyorum” dediniz. Bu işin nesini seviyorsunuz o zaman?
Ben sahneye çıkmayı seviyorum. Güzel sesim olsaydı sahneye çıkardım kesin! Bu iş biraz da sahneye çıkmak gibi. Ama perdenin arkasındasın, kendini göstermiyorsun. Hayatından bir parçayı aktarıyorsun. Kitap yazmak gibi. Belki o kadar edebi ve kıymetli değil kimileri için, ama benim için öyleydi.